Önce, ben kimin değil ben ne’yim?
Hepimizin üzerine yapışmış olan etiketler var: Milliyetçi, Devrimci, Sosyalist, İslamcı, Laik, Atatürkçü, Komünist, Cemaatçi, Muhafazakâr, Liberal, Türk, Kürt, Müslüman, Hıristiyan v.d.
Kendimizi genelde bu etiketlerle tanımlamaya çalışıyoruz. Hatta bu kavramların içerikleri hakkında açık bir görüş ve bilgiye sahip olmadan yapıyoruz bu tanımlama işini.
Oysa şu soruyu sormuyoruz hiç: “Bu etiketler bizi ne derece tanımlıyor?”. Kim olduğumuza ilişkin soru, tanımı araştıran soru değildir. Bunun için öncelikle nasıl bir varlık olduğumuza ilişkin bir bilgi arayışına bizi götürecek sorudan hareket etmek gerekiyor. Daha sonra da, aynı biçimde tanımlanmış olan varlıklar arasında kendimizi diğerlerinden ayıran niteliklerin ne olduğuna geçmek doğru olacaktır diye düşünüyorum.
Öyleyse “Ben Kimim?” sorusundan önce “Ben Neyim? sorusunu sormak daha anlamlı ve doğru olmaz mı? “Ben Kimim?” sorusunun cevabı, kimlik bilgilerimle ilgilidir. Oysa “Ben neyim?” sorusunun cevabı, ne olduğumla ilgilidir. Asli olan da, benim ne olduğumdur. Kimliğim, ne olduğum sayesinde mevcudiyet kazanır ve bu mevcudiyette belirgin olan ne olduğumuzdur ve kimlik, ne olduğumuzla anlamını bulur. Biz, yukarıda saydığımız etiketlerden önce, insanız. Diğerleri sonra gelir ve ikinci derecedendir.
Burada bir başka soru gündeme gelir: İnsan nedir? Doğa bilimciler, antropologlar, dinler, filozoflar insan hakkında hep konuşuyorlar. Hatta ideolojiler bile. Mesela Marksistlerin, liberallerin ve belki Nazilerin kendilerine göre bir insan anlayışları var.
Carell, insan için meçhul, diyor; yani bilinmeyen ve belki de bilinemeyecek olan. 19. Yüzyılda Scheller, insan üzerine bilgimiz o kadar arttı ki, buna rağmen insan, günümüzde olduğu kadar tarihin hiçbir döneminde bu kadar problematik olmadı, diyor. Bana göre bu, şu anlama geliyor: Biyoloji, felsefe, antropoloji, psikoloji, sosyoloji ve başka bir sürü disiplin insan hakkında her gün yeni yeni bilgiler ortaya koydukları halde onun karmaşıklığının, ne kadar kompleks bir varlık olduğunun daha bir farkına varıyoruz ve bu bilgi bizi, insanın hemen her alanda problemli oluşuyla daha kesin olarak yüz yüze getiriyor.
İnsan hakkındaki kafa karışıklığı ve onun bir problematik varlık olarak değerlendirilişi, önemli ölçüde onun doğasına, özüne ilişkin tartışmalarımıza da dayanıyor. İnsanı, “şudur” diye kesin olarak tanımlamaya imkân verecek bir insan doğası veya özü fikrinin kendisi de tartışmalıdır çünkü.
İnsan hakları teorisyenleri, insan haklarını, evrensel bir insan doğasının, zaman ve mekân üstü olan bir insani öz fikrinin varlığında temellendirirler: İnsana ilişkin görünüşleri attıktan sonra geride kalan şey. Hepimizi, insan olarak adlandıran şey. Dikkat ederseniz, bu “şey”, çok belirsiz. Pek bilinen bir şey değil. İnsan, bunun için de meçhul.
“İnsan doğası veya bir insan özü var mı?” tartışmasına girmenin burada pek gereği yok. Biz, insana ilişkin tasarımlarımızda, onun yapıp-ettiklerinden yola çıkarız genelde. Bunlara, insanın tarih içerisinde gösterdiği fenomenler diyoruz. Canlı, konuşan, gülen, inanan, inkâr eden, ihtiyaçlarını karşılayan, ölümlü, öldüren, kurban olan, ibadet eden, bilim-felsefe-sanat yapan, devlet kuran, değer üreten, teknik sahibi, savaşan, barış yapan, seven, nefret eden, kâh akıllı kâh çılgın olan bir varlıktır insan. Bunları daha da çoğaltmak mümkün. Bütün bu fenomenler, insanın iki yönüne işaret eder: Maddi ve manevi. Yani insan organik bir varlık olmakla maddi, bu organikliği aşan eylemleri dolayısıyla da manevi bir varlık. Asıl insan oluş da, organik olmayı aşan maneviliktedir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.