Nereye gidiyoruz?
Gün geçmiyor ki, insanlık dışı vahşice insan öldürme haberleriyle irkilmeyelim. Hemen her gün, akıl almaz bir biçimde hiçbir canlıya uygulanamayacak olan yöntemlerle cinayet işlemiş insanları ve mağdurları görüyoruz. Taciz, tecavüz, hırsızlık, öldürme ve şiddetin her türlüsü, adeta canlı yayın duyarlılığıyla simülasyon biçiminde de olsa ekranlarda gözlerimizin önüne seriliyor.
Her gün aynı biçimde görüntülere muhatap olan insanlarda ortaya çıkan şey, duyarsızlaşma ve bütün bunları hayatın normal bir rutini olarak kabul etme halinden başka bir şey değil.
Duyarsızlaşma, her türlü hadiseye imkân ve hatta izin vermenin başka bir adıdır. Duyarsız bir toplum için toplumsal olan hiçbir şey kalmaz. Toplumsal bir şeyin kalmaması toplumu organize eden, düzenleyen, ilişkileri belirleyen her türlü kural, ilke, gelenek, görenek, değer ve inanç biçimlerinin işlevsizleşmesi anlamına gelir. Her şeyin mubah olduğu bir durumdur bu.
Dostoyevski, “Tanrı yoksa her şey mubah olur” diyordu. Evet, insanların eylemlerini yargılayacak olan bir otorite ortadan kalktığı zaman, insanlar kendi eylemlerini sadece kendi ölçülerine göre meşrulaştırmaya başladıkları zaman, insanların içindeki otoriteyi yok ettiğimiz zaman ve mutlak bir dayanak noktasını ortadan kaldırdığımız zaman her şey mubah olmaya başlıyor.
Toplum olarak geldiğimiz nokta, ölçülerini kaybetmiş, değerler ile olan ilişkisini bitirmiş yani değerleri değersizleştirmiş, nihilizm dediğimiz bir yolda ahlak bakımından bütün eylemleri eşit hale getirmiş bir durumdur. Böyle bir durumda hayatın anlamı nedir, sorusuna insanlar, Camus’nün deyimiyle, “kendilerini cüzzamlıların bakımına da adayabilirler, içinde insanların yakılacağı fırının ateşini de tutuşturabilirler.” biçiminde cevap veriyorlar. Değer ve anlam dünyasını yitirmiş olan bir toplumun fertlerinden beklenen budur ve iki eylem türü arasında fark da yoktur. Çünkü iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi değer çiftleri için ölçü ortadan kalkmıştır ve bu değer çiftleri de anlamlarını yitirmeye başlamışlardır.
Taklit, en etkili öğrenme yollarından birisidir. Bugünün insanının öğrenme yollarının başında, maalesef medya ve özellikle televizyon medyası geliyor. Medya, haber programlarının içerikleriyle, reklamlarla, dizilerle, filmlerle gerçekten uzak, görüntü ve söylem düzeyinde gerçeklikler sunuyor. Görüntü ve söylem düzeyindeki gerçeklikler insanda gerçek olandan uzaklaşmayı ve sanal olan gerçeklikler, bir bakıma hayaller üretmeyi sağlıyor.
Üretilen veya kendi ürettiği sanal gerçeklikler peşinde koşan insan, gerçek dediğimiz şeyle karşılaştığı anda sadece saçmalıkla, akıldışılıkla yüz yüze gelir. Yüz yüze geldiği saçmalık ve akıldışılık karşısında akli, ölçülü, dengeli, makul bir eylem tarzı benimsemek kolay değildir. Çünkü akıldışılığın hâkim olduğu yerde akıldışı eylemler ön plana geçer.
Kendi ürettiği sanal gerçeklikler dünyasında kendi kendini yeterli gören ve hatta kendisini dünyanın merkezine yerleştiren insan, gerçek ile karşılaştığında yetersizliğinin farkına varır. Bu yetersizlik ve gerçek olan ile meşru bir biçimde mücadele edememe hali, kompleksin başlangıcıdır, dünya ile şuuru arasındaki kopuşun, boşluğun ortaya çıkmasının başlangıcıdır. Bu kopuş ve boşluk, trajik olanın da habercisidir.
Aristoteles, “tabiat boşluk kabul etmez” diyordu. İnsan zihni, kalbi, duyguları, aklı hiç kabul etmez. İnsanımız bugün bu boşluğu yaşıyor. Boşluk, manevi değerler ile doldurulmadığı zaman, insanın yuvarlanacağı yer, kötülükler çukurundan başka bir şey değildir. Bu çukura yuvarlananlar çoğaldıysa, boşluk büyümüş, kötülük artmış demektir. Böyle devam ederse gittiğimiz yer bellidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.