Türkiye’nin ön alması gereken inisiyatif Barış Yazıları-6
Dünkü ‘İslam Barış Gücü kurulmalı’ başlıklı yazıma “geç bile kalındı” diye hayıflananlar olduğu gibi, “hayal görme!” diye eleştirenler de çıktı. “Bu konu üzerine en çok gitmesi gereken kişi, Birleşmiş Milletler (BM) kürsüsünde ‘Dünya beşten büyüktür’ diyebilen ve kıyasıya uluslararası sistemi eleştiren Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır” diyen de…
BM tarafından, gittikçe mahiyeti değişen şekilde görevlendirilen ‘mavi bereli’ Barışı Koruma Güçleri (peacekeeping force) tarafından hâlen yürütülen operasyonların 16’sının 13’ü doğrudan Müslümanların taraf olduğu hatta daha doğru ifade edecek olursak Müslümanların zarar gördüğü bölgeler. Bu durum, bu birliklerin görevlendirme şeklinden sahadaki operasyonlarına kadar detaylı incelendiğinde, “Acaba bu operasyonların açıklanandan başka gündemi, görünenden başka yüzü mü var?” sorusunu akla getiriyor. Bosna ve Ruanda’daki vahşi katliamlar BM askerlerinin gözleri önünde gerçekleşmedi mi? ‘Güvenli bölge’ ilan edilen yerlerde gerçekleştirilen soykırım, yeteri kadar ve zamanında asker sevkedilmediği için ortaya çıkan vahşet “barışı koruma operasyonları barışı koruyabiliyor mu?” sorusunu haklı çıkartıyor. Bu operasyonların başarısını ve verimliliğini sorgulayan kapsamlı ve bilimsel birçok araştırma yapıldı bugüne kadar. Mesele daha çok, siyasi aktörlerin nerede savaş, nerede barış istedikleriyle ve savaşların ne kadar sürmesini istemeleriyle alakalı gibi görünüyor. Onun için bugün uluslararası sistemin barış ve adalet üretemediğini, akan kanı durdurumadığını, insan canını koruyamadığını konuşmuyor muyuz zaten?
Bir çok barış koruma operasyonu fiyaskosuna rağmen hâlâ barış gücü operasyonları çatışma çözümünde önemli bir vasıta. Operasyonlar, BM Antlaşması’nın daha çok VI ve VII. Kısmındaki hükümlere dayandırılsa da açık ve net bir hukuki dayanaktan mahrum. Bu hukuki boşluğa rağmen, başarısı tartışılsa da, Soğuk Savaş sonrası kapsamları gittikçe değişerek bugüne kadar barış koruma operasyonları sürdürüldü.
Dünkü yazıda da ifade ettiğim gibi 2008-2011 arasında ara ara İslam ülkeleri liderleri ve İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) makamlarınca dillendirilse de İslam Barış Gücü Kurulması için bugüne kadar hiçbir adım atılmamıştır. Şam’da Mayıs 2009’da, konuyla ilgili bir ‘beyin fırtınası’ oturumu gerçekleşmiş ve uluslararası çatışmaların çoğunun İİT coğrafyasında olduğu ve İİT içerisinde konuyla ilgili yeni ve somut bir mekanizmanın oluşturulması gerektiğine vurgu yapılmıştı.
Her ne kadar İİT’nin 14 Mart 2008’de Senagal’de kabul edilen Yeni Şart’ında konuyla ilgili açık bir hüküm olmasa ve “Uyuşmazlıkların Barışçı Çözümü” başlıklı 27-28. Madde’lerde sadece barışçıl yöntemlere vurgu yapılmış olsa da İslam Barış Gücü, yeniden Teşkilat’ın gündemine alınıp olgunlaştığında Şart’a ilave bir hüküm eklenebilir.
Bugün birçok konuda olduğu gibi İİT’nin kuruluş misyonu ve Şart’ındaki ideal maddelerle üye İslam ülkeleri yönetimlerinin yapısı arasında ciddi bir açık var ve bu ‘açık mesafesi’ hayli uzun. Özellikle son dönemde Mısır ve Suriye başta olmak üzere bölgemizdeki olumsuz gelişmeler bu açığı daha da artırmış durumda. Bu olumsuz hâl, İslam Barış Gücü gibi ideal mekanizmaların ister istemez ötelenmesine sebep oluyor.
Ancak bu durum, ihtiyaç olduğuna dair kuvvetli bir kanaat olan bu mekanizma ile ilgili çalışma yapmaya mani değil ve birçok konuda olduğu gibi Türkiye bu hayırlı inisiyatifte de ön almalı ve sürekli bunu gündemde tutmalı.
Barışı isteyen, barış inşâsı için ilkeli bir dış politika yürüten, içerde de kararlılıkla tarihi bir ‘barış süreci’ni icra eden Türkiye’nin ve uluslararası sistemi her fırsatta sorgulayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu misyonu yüklenmesinden daha tabii ne olabilir?
Adâvetten çok muhabbeti, çatışmadan çok barışı konuşmaya devam…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.