Merhum Oktay Sinanoğlu’nun Vasiyeti..
Ona ilk defa, 1994 yılında, Büyük Birlik Partisi (BBP) adına Kurucular Kurulu Üyesi sıfatıyla katıldığım bir toplantıda rastlamıştım.. Bu toplantı, MÜSİAD'ın organize ettiği, «Gönüllü Kültür Kuruluşları Beşinci İstişare Toplantısı» idi. Merhum Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu hoca, o gün 60, yani benim bugünkü yaşımda idi.
Onu yaptığı espirili fakat fevkalâde ciddî bir meselemizi ele alan kıymetli konferansı ile tanımış, çok sevmiştim. Sinanoğlu'nun tebliğ konusu “21. Yüzyılda Türkiye'nin hedefleri açısından eğitim” idi.
Amerika'nın seçkin bir üniversitesinde yıllardır vatan hasretiyle görev yapan, üç ayda bir bu hasreti gidermek ve fikir teatisinde bulunmak maksadıyla vatana dönen merhum Oktay ağabey, tek siyahı kalmamış saçları, düzgün giyimi ile değil, kâinatın en eşref mahlûku insan olmanın haysiyeti, ilmin vakarı, samimi milliyetçiliği ile dikkat çekiyordu. Bu Müslüman Türk bilgininin ifadelerinde acı hakikatler en beyinsiz kafalara onikilik çivi gibi çakılıyor, Türk'e oynanan oyunlar bir bir ifşa ediliyordu.
Sinanoğlu, “Bilim ve teknik bahane edilerek bir batılılaşma oyununa getirilmiştir Türkiye” diyordu. Bu kısa veciz cümle yıllardır uğrunda nice şerefli başları darağıcına, nice halis insanları rutubetli zindanlara attıracak olan “Sağcı, milliyetçi, mukaddesatçı başka bir deyişle hamiyyet sahibi vatanseverlerin” mücadele konusu idi. Dünyanın nereye, Türkiye'nin nereye gittiğini sorgulayan, bu tezat gidişatları gerçek bir alim rahatlığı ile son derece anlaşılır, kısa özlü cümlelerle izah ediveren Sinanoğlu, ısrarla «bir oyundan» bahsediyordu.
Nutkunun neredeyse tamamı bu oyunu izah etmek amaçlıydı. Ve son derece heyecanlanıyordu. Bu heyecan bir topluluk karşısında konuşmak v.s heyecanı değil, Türk'ü canevinden vurmak isteyenleri ve tuzaklarını anlatan bir vatanseverin Mohaç ovasındaymışcasına heyecanlanması idi.
Oktay ağabey, “bilim ve teknik bahane edilerek” nasıl bir tuzağa düşürüldüğümüzü izah babında İrlanda'nın başından geçen “Dil tuzağını” bir çırpıda anlatıverdi. Bu müthiş bir misâldi. Yaşanmış ve neticesini vermişti. Şu an bizim de aynı dertle muzdarip olduğumuz hatırlanınca gel de kara kara düşünme. İngilizler İrlanda'da şöyle bir oyun oynamışlar:
20. Yüzyılda İrlandayı tamamen silip anglosaksonlaştırmak için İrlanda'da (yardakçılarının da yardımıyla) bir “Yüksek Milli Eğitim Kurulu” kurarlar. (Bizim YÖK gibi) Bunlar ilericilik, çağdaşlık falan diyerek eğitim dilini İngilizce'ye çevirirler. Büyü, İrlanda'nın müstağriplerini (şaşkınlarını) kör etmiş, ileriyi değil burunlarının önünü bile görememişler. Böylece ana dilleri olan “Gaelik” bir müddet sonra “Vernacular” (yerel lehçe, argo) hale gelmiş..
Bizi de aynı hale aynı oyunla getirmediler mi? Türkiye cadde ve sokaklarındaki lokanta (restaurant) ve sair iş yerlerinin, kullanılan markaların gâvur isimlerine bakın, ister halkın hasseten gençlerin diline bakın. Tarzan ingilizcesi, argo ve biraz da diğer batı-doğu dillerinden 300’ü geçmeyen kelime... Ana dilimiz vernacular olmuştur!..
Bir zamanlar Lozan'ın gereği birkaç yabancı okulda yapılan farklı dildeki eğitim, daha sonraları aynen İrlanda örneğindeki gibi çoğaltılarak, çağdaşlık, ilericilik dayatmalarıyla yaygınlaştırılmış, çocuğunu bu tür okullarda okutmayanlar köylü, gerikafalı, çağdışı damgası ile taltif edilmişlerdir. Neticesi malûm... Sinanoğlu hoca bizzat bu zikredilen oyunun ilk uygulandığı nesilden. O sırada, yıl 1953, Lisedeymiş hocamız. Merhum Oktay Sinanoğlu'na iyi kulak veriniz:
“İngiliz diliyle düşünen ingilizleşir!.. Türk gibi düşünemez olur!.. Bu insanların yönettiği ülke kısa zamanda bir acenta ülke olur, yani yarısömürge, pazar. Bu benlik intiharıdır, Allah aşkına uyanın!.. Size bu oyunu bozmanızı vasiyet ediyorum. Bunları anlatmasa idim Ankara kalesi dibinde yatan Ahî dedelerim benden dâvacı olurdu. Siz bu vasiyetimi yerine getirmezseniz onlarla beraber ben de sizden dâvacı olacağım Allah huzurunda...”
Cenab-ı Allah taksiratını affeylesin. Hakkında, «Türk Einstein’ı» sözünü bile hakaret addettiğim, çağın en büyük ilim adamlarından, Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu hoca, 19 Nisan’da, yani mübarek iklim «Üç Aylar»a dönen gün Hakkın rahmetine yürüdü, dar-ı fenádan, dâr-ı bekáya göçtü. Gani rahmet niyaz ediyorum.
Karısı Dilek Sinanoğlu, küremizin son üç asrının en büyük âlimi Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu'nun son günlerini Allah’ın isimleriyle zikir çekerek geçirdiğini söyledi.. Allah (c.c) onu bağışlasın, rahmetiyle muamele eylesin..
(Not: Beyinsiz takımı bu büyük vatan evlâdının ne hastalığından, ne ölümünden müteessir bile olmadılar. Hastalık ve ölüm haberini dahi adam gibi yapamadılar. Veyl olsun onlara....)
“Dünyanın her tarafında yeni dünya düzenci, küresel kraliyetçi takımına karşı bir isyan başlamıştır. Türkiye’de küreselciyiz diyenlerin dünyadan haberi yok. Küreselleşme koca bir yalan. Kuleler’i vuranın Bin Ladin olmadığını ABD’de, Avrupa’da herkes biliyor..”
Türk Einstein’ı* merhum Prof. Oktay Sinanoğlu’nun her anlattığı fevkalâde ilginç, hattâ küçük dilinizi yutturacak cinsten şeyler. Çıkan tüm kitaplarını alıyor, bu müthiş Türk’ü ilgi ile izliyordum. Min gayri haddin, fikren hatalı taraflarını, bana göre yanlış olan fikrî cihetini de görüyor, kendime göre bunlardan kabil-i telif olanları onun yorgun ve anlayışsızlık duvarlarına çarpmış ruhundaki fırtınalara bağlıyordum..
Zira bu büyük Müslüman âlime, maalesef ne hayatında ne ölümünde bizimkiler sahip çıkmadılar. Televizyonlarımızda yeterince konuk etmedik. Maalesef ona bizden çok Hulki Cevizoğlu gibiler sahip çıkıyordu. Sağlam imanı olmasaydı, bunlara kızıp dinden imandan bile olurdu, değil ki fikri kayma yahut sapma...
* * *
“Kolay değildi elbette ABD’nin “demir leblebi” üniversitelerinden Yale’de 26 yaşında profesör olmak. Arkasından da hem Yale’de, hem de Harvard’da ders vermek. Kolay olmayan bir başka şey de kimyada olduğu kadar, matematikte, fizikte, moleküler biyolojide de dünyanın en iyisi olmaktı elbette.
Prof. Oktay Sinanoğlu, bunu da başarmış bir isim. Ama bu kadarla sınırlı değil Sinanoğlu’nun ufku. Japon sarayında saz çalarak, Barış Manço’dan çok önce bu ülkede Türk kültürüne yönelik bir áşinalık kazandıran da o. Kimi zaman da Pasifik’te yelken basarken görebilirsiniz kendisini.. Uçuş sertifikası derseniz, iki üniversite arasındaki derslere, ders bitiminde evine kendi kullandığı uçakla gidip gelebilecek kadar da usta...
«Türk Aynştayn’ı» kitabının müellifi Emine Çaykara onu böyle uzun uzun tanıtıyor, bizzat merhumun ağzından dinlediği hayat serüvenini söyleşisini kitaplaştırıp aktarıyordu.
«Türk Einstein’ı» değil, Çağın İbn-i Sina’sı, Ebu’l Heysem’i, El-Hârizmî’si.. Prof. Oktay Sinanoğlu eceliyle mi öldü? Haince öldürüldü mü? Bunu da bilmiyoruz. 81 yaşındaydı doğru, lâkin elalem vücudu tamamen mefluç olmuş Stephen Hawking (1942) gibi yaşlı ilim adamlarını bile yaşatmaya çalışıyor... Ona Albert Einstein madalyası bile verdiler. Biz ne verdik Oktay Sinanoğlu’na? Bir devlet madalyası bile takılmadı bildiğim kadarıyla. Yuh olsun bize, veyl olsun bize...
Oysa o müthiş bir akıl ve zekaya sahip duhattan biri idi ve hakiki anlamda hamiyyet erbabı biri olarak; Türkiye sevdalısı, mefkûre sahibi, Türkiye için canla başla çalışan idealist bir Müslümandı, hoş ve latif bir insandı aynı zamanda...
* * *
Oktay Sinanoğlu, (babasının Türkiye Başkonsolosluğunda görev yapmakta olduğu) Bari'de 1934 yılında doğdu. 1939 yılında İtalya'da II. Dünya Savaşı'nın başlamasının ardından âilesiyle Türkiye'ye döndü. Sonradan TED Koleji olan Ankara Yenişehir Lisesi'ne burslu öğrenci olarak girdi ve 1953 yılında bu okulu birincilikle bitirdi. Okulun bursuyla Kimya Mühendisliği okumak üzere ABD'ye gitti. 1956'da ABD Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kimya Mühendisliği'ni birincilikle bitirdi.
1957'de Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nü sekiz ayda bitirerek yüksek kimya mühendisi oldu. «Alfred Sloan» ödülünü aldı. 1959'da Kaliforniya Üniversitesi Berkeley'de kuramsal kimya doktorasını tamamladı. 1960'ta yani henüz 26 yaşında iken Yale Üniversitesi'nde «Tam Profesör» unvanını aldı. 20. yüzyılda Yale Üniversitesi'nde bu ünvanı kazanan en genç insan olarak tarihe geçti.
Sinanoğlu hocanın hayatındaki ayrıntılara daha fazla girmek istemiyorum. İsteyen internette hayli bilgi bulur okur.. Kimi kaynaklar 28 yaşında «Tam Profesör» ünvanını aldı diyorlar, ben onlara değil, hocanın kendi beyanatına bakarım. Emine Çaykara’ya “26 yaşımda direk «Tam Profesör» olmuştum” diyordu yanılmıyorsam...
Merhum, Dünyada yeni kurulmaya başlayan moleküler biyoloji dalının ilk profesörlerinden biri olmuştu.. DNA sarmalının çözelti içinde o biçimde nasıl durduğuna açıklama getirmiş, nice bilim adamının bir asırdır çözemedikleri çetrefilli meseleleri bir çırpıda çözmesiyle bütün nazarları üzerine çekmişti.
1980'li yıllarda çalışmalarını kimya biliminin basit bir şekilde öğretilmesine yönelik bir kuramsal çerçeve üzerinde yoğunlaştırdı. (Bu arada bir de Kimya terimlerinin türkçe sözlüğünü yapmayı da ihmal etmedi)
Türkiye'de bulunduğu dönem, çalışmalarını daha çok Türk millî kimliği ve Türk diliyle ilgili görüşlerini anlatarak geçiriyordu.. Eğitim dilinin resmî dilimiz, yani ana dilimiz Türkçe olması gerektiğini ve yabancı dillerin öğretilmesini, ancak zihnin çalışması ana dilde mümkün olduğu, yabancı dille eğitim yapılması halinde hem benliğin silinmek suretiyle sömürgecilerin istediği kıvamda bir zombi haline gelindiğini, hem de asla zihni iyi çalışan bir bilim insanı olunamadığını sürekli anlatıp durdu. Sinanoğlu, Matematiksel yapısından dolayı Türkçe'nin en iyi bilim dili olduğunu söylüyordu.
“Menderes'ten beri yabancı sermaye gelecek, diyorlar. Ne olacak? İşte, yıllardır, 'yabancı yatırım ve teknoloji gelecek, kalkınacağız' dediler. Gele gele hamburger, bir de kola geldi. Onun da etini kendileri dışarıdan getiriyor. O zaman dedik ki: 'Bunlara kanarsanız sonunda Türkiye kalkınmaz, Türkiye'de yabancılar kalkınır'. Dışarıda örnekleri var. Önce kafanızı köleleştirirler. Nasıl mı? Tarzanca (İngilizce'nin 250 kelimelik sulandırılmışı) ile küreselleşme edebiyatıyla eğitimini yok ederek. Kimliğini, tarihle bağını koparırlar; aşağılık duygusunu artırırlar. Kendine güveni yok ederler. Ondan sonra sanayini, fabrikalarını elinden alırlar. Sonunda topraklarını da alırlar. Şimdi onu yapıyorlar, toprakları alıyorlar. Niğde'de, Kırşehir'de, GAP'ta, Trakya'da... Bunlar daha önce Porto Riko'da ve Havai'de oldu...”
Beyinsizlerin hâkim olduğu yerde, kaç kişiye hangi meseleyi hakkıyla anlatmak mümkün? Netekim hoca da pek başarılı olamadı bu hususlarda... Her hamiyyet sahibi hayırlı kişi gibi, dilinde Allah’ın zikri, kalbinde milletine kırıklıkla, hayata gözlerini kapadı gitti... Türkiye onunla magazin haberleri kadar ilgilenmedi. Oysa bütün gazete ve dergilerde kapak olmalı, hayatı ve yaptıkları hakkında binlerce makale sıralanmalıydı... Başkent Ankara’nın ve Osmanlı Payitahtı İstanbul’un en önemli bilim merkezlerine adı verilmeli idi... Nerdeeee?
Odunlar ancak Balta’dan ders alırlar. Kütüklere marangoz atelyesinden başka yerde biçim veremezsiniz. Verseniz de kütük kütüktür, en fazla iskele yapımında kullanılır, asla mobilya olmaz kütüklerden, odunlardan... Oktay Sinanoğlu Müslüman bir türktü ama Türkiye’ye bir değil, birkaç numara büyük gelmişti...
Yazı biraz uzun mu oldu? Adaaammm sende... Nasıl olsa kısa da olsa okumazlar, uzun da olsa. Gevezelik gibisi var mı? 24 Nisan 2015