Vahdet’e mecbûruz
İslam Dünyası, uluslararası sistemin merkezî ve etkin bir aktörü olmaktan çıkıp çevresel ve edilgen bir faktörü olduğu yıllardan (1918-1924) beri siyasi bağımlılık, ekonomik gerilik, kültürel bunalım, totaliter/otoriter yönetimler ve çatışmalarla anılıyor.
Bugün kriz bölgeleri denilince çoğunlukla Müslüman toplumların yaşadığı bölgeler akla geliyor.
Soğuk Savaş sonrası gündemin hemen ilk sıralarını, 11 Eylül’ün ardından geçen 13 senedir ve bugün de İslam Dünyası’na yönelik operasyonlar yahut bu dünyanın içindeki fitneler işgal ediyor.
Sadece son on yılda İslam Dünyası’ndaki dış müdahaleler ve iç çatışmalar sebebiyle 2,5 milyondan fazla insan hayatını kaybetti.
Sadece son üç yılda Suriye’de gerçekleşen insani hareketlilik son asırların en büyük insani hareketliliği. Suriye’deki insani trajedi, yüzyılın en acı ve kapsamlı insani felaketi. Sadece Suriye’de son 3 yılda 300 binden fazla insan hayatını kaybetti.
Sadece Irak’ta son 11 senede 1,5 milyondan fazla insan katledildi.
Filistin, Yemen, Lübnan, Mısır, Libya, Tunus, Somali, Sudan, Çad, Nijerya, Mali, Afganistan, Arakan, Kafkasya, Doğu Türkistan, Srilanka ve Filipinler’deki katliam bilançolarını çıkardığınızda ortaya vahim bir tablo çıkıyor.
Heidelberg Uluslararası Çatışmaları Araştırma Enstitüsü (HIIK) her sene ‘çatışma barometresi’ başlıklı raporlar yayınlıyor. Yıllık çatışma raporlarında anlaşmazlıklar, şiddet içeren ve içermeyen krizler, sınırlı-sınırsız savaşlar ayrı ayrı ele alınıyor ve dünyanın çatışma haritası ve şiddet panoraması çiziliyor.
414 çatışma konusunun incelendiği raporda önemli bir kısmı İslam Dünyası’ndaki çatışmalar teşkil ediyor. Mesela geçen yılın tek ‘başarılı’ darbesi olarak Mısır’daki darbe ele alınıyor çalışmanın bir bölümünde.
İslamofobik bir bakış açısıyla ve îtinayla hazırlanan raporun detaylarına kurumun sitesinden ulaşılabilir.
Burada bizm için önemli olan iki husus var: Birincisi iç veya dış faktörler sebebiyle ortaya çıkan ‘bizim’ dünyamızdaki çatışmaların fotoğrafını çekip analiz edecek kurumlar maalesef bu dünyada henüz mevcut değil. Yukarıda bir kısmını sıraladığım ve sadece günlük, sıradan haberler olarak okuyup geçtiğimiz krizleri çıkartanlar, bu krizlerden nemalananlar veya imkânları olduğu hâlde bu krizleri önlemeyenler çoğunlukla raporlarını ve analizlerini hazırlayanlarla aynı aktörler yahut aynı dünyanın kurumları.
Bir diğer nokta da şu: İslam Dünyası’ndaki çatışmaları çözmek ve barışı tesis etmek için kendi iç mekanizmalarımız çok yetersiz veya var olan mekanizmaları çalıştıracak meşru ve sağlam iradelerden mahrumuz.
Bu iki husus başta Türkiye olmak üzere tüm İslam ülkelerinin dış politika vizyonlarını ve tercihlerini de etkiliyor. Çoğu zaman, sahada oyuncu olmak yerine tribünden olan biteni izleyen konumda olmak kapasite-güç zaafı içindeki İslam ülkeleri için daha tercih edilebilir bir seçenek olabiliyor.
Son on iki yılda yakalanan siyasi ve ekonomik istikrarla sabit ve potansiyel güç verilerini maksimum seviyede kullanma kabiliyetini geliştiren ve kapasitesini büyüten Türkiye, bu anlamda yakın tarihteki hariciye politikasıyla kıyaslandığında devrim denebilecek adımlar attı. Henüz altyapı, koordinasyon, insan kaynağı ve hatta vizyon yönüyle yeterli olmasa da ince/yumuşak güç unsurlarını bölgesel ve küresel dış politika tercihleri doğrultusunda devreye sokabildi.
Ancak Türkiye’nin sıkça kesintiye uğratılmak istenen ‘başarı hikâyesi’ henüz yukardaki vahim tabloyu tersine döndürecek ve İslam Dünyası’nın potansiyelini ve gücünü harekete geçirecek seviyeye ulaşmış değil.
Onun için önce içerde sonra da İslam Dünyası’nda ‘vahdet’e mecburuz.
Ama nasıl?
İşte bunları yazmak için Vahdet’teyiz…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.